|
değişim
ve fikr-i sabit (19.11.2000)
Evinizdeki
kütüphaneden, daha önce okuyup bitirdiğiniz bir kitabı alın
elinize. Ne kadar olmuştu o kitabı bitireli? Hatırlayabiliyor
musunuz? Şimdi de neler öğrendiğinizi düşünün o kitaptan. Neler
yazıyordu içinde; daha doğrusu siz ne kadarını hatırlıyorsunuz? Eğer
vaktiniz varsa, açın ve o kitabı tekrar okumaya başlayın. Kitabın
içeriği ne olursa olsun, yepyeni bir şeyler göreceksiniz orada. Bunu
daha önceden çok defa yaşamışsınızdır muhakkak.
Peki,
küçüklüğünüzde çok beğenerek izlediğiniz bir filmi yakınlarda
tekrar izleme şansınız oldu mu? Ben ilk seferinde, Yunan
Mitolojisi'nden esinlenerek çekilmiş eski bir film olan "Son
Emir"i hayranlıkla izlemiştim. Yıllar sonra bir gün tekrar karşıma
çıktı bu film. O günlerden damağımda kalan bir tadı hatırlayarak,
heyecanla izlemeye başladım. Ama o da ne? Beni heyecana boğan, alıp
başka diyarlara götüren film, bu film değildi sanki! Çok sıradan,
içi boş bir konuydu ana tema. Filmin özel efektlerinin bin kat
iyisini bu gün sıradan filmlerde bile görmem mümkündü. Ama film
aynı filmdi bu kesin.. O zaman değişen neydi?
Bu
tip duyguları hemen herkes ömrünün belli dönemlerinde değişik şekillerde
yaşar. Ama çok azımız bunu derinlemesine düşünürüz. Bir filmi
en az beş kez seyretme alışkanlığım olduğundan, çoğu kez arkadaşlarım
benimle dalga geçerlerdi. Onlara, her izlediğimde yeni bir şeyler gördüğümü
söylediğimde, bana şu meşhur "laz fıkralarından" bir kaçını
anlatırlardı konuyla ilgili olarak. Ama onlara, değişenin film değil,
kendim olduğunu anlatamazdım bir türlü.
Evet,
yaşadıkça değişiriz. Öğrenme dediğimiz şey, tamamen değişmeden
ibarettir. Herhangi bir şeyle karşılaştığımızda; bir ses duyduğumuzda,
bir kelime okuduğumuzda, bir koku aldığımızda, hastalandığımızda,
canımız yandığında, değişiriz. Bu değişme sonucu, eskisinden
farklı olan bir kişi haline geliriz ve artık "öğrenmiş"
oluruz. Bart Kosko'nun deyişiyle; "Değişmeden öğrenemez ve öğrenmeden
değişemeyiz".
Peki,
nedir değişen? Hayır, elbette burada, esas konum bu olsa da, öğrenmenin
beyindeki mekanizmasını açıklamaya girişmeyeceğim. Bunun için çok
dar bir yer burası. Fakat gerçekten nedir değişen ve bunu bilmenin
bize ne yararı var? Değişen biziz. Her şeyimizle biz. Başta
beynimiz değişir. Çünkü şimdiki bilgilerimize göre, çoğunlukla
bu organ vasıtasıyla öğreniriz. Ama vücudumuz da değişir. Örneğin
savunma hücrelerimiz, bizi hastalandıran mikrobu öğrenir. Derimiz,
kendisini kesen bıçağın şeklini öğrenir. Evet tüm bedenimiz değiştikçe
öğrenir ve öğrendikçe değişir.
Bu
değişme o kadar büyük ölçektedir ki, hayal etmeye kalkmak bile
imkansız gibidir. Bacaklarımıza değen pantolonumuzun bizde uyardığı
dokunma hissi bile bizi her an değiştirir. Sürekli öğrenir, sürekli
değişiriz. Bu değişim hiç durmaz. Zaman aktıkça biz değişiriz.
Ama hep aynı kişi olduğumuzu da biliriz ki, bu apayrı bir konu.
Ömrümüzün
geçmişteki herhangi bir noktasında bu güne kadar ne miktarda değiştik
acaba? Ve şu anda ne durumdayız? Bunları düşünmek, insanı bazı
ilginç sonuçlara götürür. Benim bu konuyu irdelemeye çalışmamın
nedeni ise, "öğrenmenin" tabiatından toplum olarak haberdar
olmadığımızı düşünmemden kaynaklanıyor.
5-6
yaşlarından itibaren okullara gidip bir sürü şeyler öğreniyoruz.
Zihnimize yığınla bilgi doluyor. Bu bilgileri alırken hızla değişiyoruz.
Fakat "sınıfları geçtikçe" o bilgiler bizden hızla
uzaklaşıyor, kayboluyor. Kendimizde oluşan değişimin izleri
siliniyor. Eğitim sistemimiz buna yönelik çünkü. Bir kitap okuyoruz
ve bir zaman sonra okuduklarımız hafızamızdan siliniyor. Unutuyoruz.
Sadece ana fikirler kalıyor aklımızda, eğer yeterince şanslı ve
dikkatli isek. Fakat yıllar sonra o kitabı tekrar açtığımızda,
lisedeki ders konularımızı bir kez daha okuduğumuzda, o eski filmi
seyrettiğimizde, bambaşka şeyler görüyoruz. Çünkü o zamandan
beri, başka yönlerde bir çok şeyler öğrenmiş ve değişmişiz. Değişmemek
adeta mümkün değil.
Hal
böyleyken, sabit fikirlilik de nasıl bir şeydir acaba? Sürekli değişen
bir organizma (insan), sürekli değişen bir dünyada ve evrende, nasıl
sabit ve değişmez fikirlere sahip olabilir? Bunun doğal bir
mekanizması var mı, yoksa sadece insana ait bir "kusur" mu
bu?
Bir
vahşi hayvan, çevre şartları değiştikçe, şartlara uyum sağlamak
zorundadır. Yani değişmek zorundadır, yoksa ölür ve yok olur.
Besin azaldıysa, besinin bol olduğu yerlere göçmeli, hızlı kaçan
avlara yetişemiyorsa yaşlı ve yavaş avlara yönelmelidir. Havanın
durumuna, ayın evrelerine göre değişmeli, tedbir almalıdır. Çünkü
çevresiyle uyumlu yaşamak zorundadır. Aksi halde yok olur.
Peki
bir hayvan bunun bilincinde midir? Hiç sanmıyorum. Ben bir
"insan" olarak, onun davranışlarını gözlemliyor ve neden
sonuç ilişkisiyle bazı "çıkarımlar" yaparak buraya yazıyorum.
O ise sadece yaşıyor, hesaplamadan, fazla ileriyi düşünmeden.
Deneylerin gösterdiğine göre, hayvanlarda öğrenme kabiliyeti sınırlıdır
ve öğrendikleri zaman genellikle, öğrendikleri yeniliklere uygun bir
davranış değişikliği gösterirler. Farenin bulunduğu labirentte
besinin yerini değiştirirseniz, fare ona ulaşmak için yeni
stratejiler ve yollar belirler; bir yerde acı çektiğini öğrenirse,
bir daha oraya gitmemeye çalışır.
Bunun
yanında, çok daha yüksek bir bilinç düzeyine sahip olan insan, diğer
hayvanlarda muhtemelen bir benzeri olmayan konuşma ve yazılı iletişimin
de katkısıyla hem öğrenerek değişir, hem de bilgilerini yeni
nesillere aktarabilir. Yani sadece kendisini ve çevresini değil,
geleceği de değiştirir. İnsan ayrıca bunun farkındadır da.
Hayvanların muhtemelen yapamadığı bir şekilde, uzak geçmişteki
tecrübelerle, uzak gelecek hakkında çıkarımlar, planlar ve
uygulamalar yapar. Belki de "bir gün mutlaka öleceğini"
bilinçli olarak bilen ve kavrayabilen tek canlı odur. Fakat tüm bu
"avantajlara" rağmen, hala sabit fikirlidir ve sadece onda
vardır bu özellik de...
"Bir
önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur" diyor büyük
fizikçi Einstein. Çevre koşullarını kendisine göre değiştirebilen
ve en zor koşullar altında bile kendine uygun bir yaşam ortamı oluşturmak
üzere çevresini kendisi için düzenleyebilen bir varlık insanoğlu.
Kanımca bu yeteneği, onun sabit fikirlere de sahip olmasında en büyük
etken. Çevresini değiştirip kendine uydurmakta en başarılı olan
canlıdır insan yer yüzünde. Diğer canlılar çoğunlukla çevrelerine
uyar ve değişirler. İnsan ise tam tersini yapar. Belki de bunun bir
uzantısı olarak, bazılarımız hala fikirlerimizi -yanlış olduğunu
düşünmeye başlasak bile- ne pahasına olursa olsun korumaya çalışıyoruz.
Şimdi
de biraz güncele dönüp, televizyonlardaki tartışma programlarına
bir göz atalım. Bildiğiniz gibi her kafadan bir sesin çıktığı
bir çok fikrin savunulduğu platformlardır bunlar. Çözüm bulalım,
uzlaşalım, gelişelim, değişelim diye yapıldığı söylenir bu tip
programların.
Seyrettiğiniz
herhangi bir tartışma programında, taraflardan birisinin veya
herhangi bir kişinin, ilk savunmaya başladığı fikri değiştirebildiğine,
onun yanlışlığını veya eksikliğini teslim ettiğine şahit
oldunuz mu? Kaç kez kendi fikirlerini savunmak adına binlerce
safsataya arka arkaya baş vuran ve saldırganlaşan tipleri bunaltıyla
karışık bir ilgiyle izlediniz? Kimse kimseyi dinlemez. Herkes kendi
argümanını kuvvetlendirmek ve karşıdakini mağlup etmek peşindedir.
Sadece öğrenmek için oraya gelen birisini gördünüz mü hiç? Tamam
belki gördünüz ama, itiraf edin, sayıları çok çok azdı...
Peki
sadece televizyon programları mı? Günlük hayatta da binlerce benzer
olayla karşılaşıyoruz. En samimi arkadaşımızla konuşurken bile
"haklısın ama..." diye başlayan ve aslında tüm anlam ve
önemi "ama"dan önceki kısımda yer alan bileşik cümleleri
duyabiliriz bolca. Bunun anlamı şudur: "sen haklısın;
dediklerin doğru ve önemli ama, ben bunları anlayamayacak (anlamak
istemeyecek) veya uygulayamayacak (uygulamak istemeyecek) kadar fikrime
veya yaptığım şeylere bağlıyım (bağımlıyım)"
Bildiklerinin
"her şey" olduğunu sanan insanlarla dolu etrafımız. Örneğin
falanca şahıs, bulunduğu makam dolayısıyla, alt kademedeki insanları
"anlaşılmaları kolay, kısmen cahil, küçük düşünceli,
idrak fukarası vb." olarak görebiliyor ve onlara o şekilde
muamele edebiliyor. Kendi doğrusuna aykırı bulduğu düşünceyi,
elinde yetki varsa, cezalandırma cesaretini kendisinde bulabiliyor.
Adeta benliğini tanrılaştırarak, tüm emirlerine kayıtsız şartsız
boyun eğiyor.
Dünya
tarihi boyunca en büyük sıkıntıları çekenler, "değişim"
talebinde bulunanlardır. Bunun yanında, bu "değişim isteğinin"
de tabakaları olduğunu da unutmamalıyız kanısındayım. Kendi
kendine en basit gerçekleri bile kabul ettirememiş, kendi doğru bildiğini
uygulamaktan bile aciz yüzlerce insanın, herhangi bir şeyleri değiştirmek
veya yoluna koymak adına ortaya çıktığına, hatta şiddet kullandığına
çokça tanık oluyoruz. Bunun altında genellikle değişim isteği değil,
belki tam tersine, olagiden değişimi durdurma isteği yatar. Bahsettiğim
sıkıntıyı çekenler böyle bir "değişim(?)" isteği peşinde
koşanlar değildir elbette. Sıkıntıya girmeye namzet kişi, kendisi
değişen ve kendisini sıkan kalıplara artık rahatsızlık vermeye başlayan
insandır. Genellikle bu insanlar düşünür, filozof, şair vb. gibi
derinliklerde dolaşmayı seven bireylerden çıkarlar nedense. Yoksa
hep yüzeyde ve sığlıkta yaşayıp derinlikleri ve incelikleri unuttuğumuzdan
dolayı mı bu haldeyiz biz?
Tüm
evren devinir ve değişirken, insanların "sabit" kalmak için
uğraşması ne kadar komik değil mi? Hem de ölüp gideceğini bilen
belki de tek canlı olarak.
Bence
öyle...
Sinan
Canan
başa dön
|