|
bilgi
çağı (10.12.2000)
Bir
gün, herhangi bir markete gittiğinizde, alışveriş yaparken bir de
orada satılan günlük gazeteleri sayın. Kaç tane gazete çıkıyor
her gün? Tabii ki günden güne değişiyor. Özellikle de gazetelerin
haber vermekten gayrı her türlü işle iştigal ettiği ülkemizde.
Ama burada konumuz gazetelerin sayısı veya medya etiği falan değil
(onu yeterince tartışan var zaten!). Bir araştırmaya göre -kaynağını
tam hatırlayamıyorum ama- çağımızda bir adet günlük gazetede bir
gün içinde yayınlanan bilgi miktarı, bir ortaçağ insanının ömrü
boyunca edinebileceği bilgiden daha fazlaymış. Bu çıkarım biraz
abartılı da olsa, bana gerçekten çok da uzak gibi gözükmüyor. İsterseniz
bundan sonraki gazete okuyuşunuzda, bir de gazetenin içindeki bilgi
miktarını da "saymayı" deneyin! Kolay olmasa gerek.
Her
gün trilyonlarca "bit"lik bilgi sağanağının altında yaşıyoruz.
Sadece gazeteler de değil bilgi kaynaklarımız. Televizyon, radyo,
bilgisayar ve hele hele internet. Artık neredeyse kolumuzu kıpırdatmıyoruz;
"dünyanın bilgisi" sadece "fare"mizin tuşunda.
Teorik olarak her türlü "insan bilgisi"ne ulaşmak mümkün
artık. Bilgi ayrıca yayıldıkça ve paylaşıldıkça, kendisini büyüten
bir şey. Böyle olunca, sınırsız bir biçimde insanlığın toplam
bilgisi, sürekli katlanarak bir çığ gibi artıyor.
Kimilerimiz
böyle bir dünyaya gıpta ile bakmayı sever. Bilginin parmaklarımızın
ucunda olduğu, teknolojinin emrimize amade kılındığı, veri yığınlarıyla
istediğimiz gibi "tanrıcılık" oynayabileceğimiz bir dünya
ütopyasıdır görülen çoğu kez. Hatta bilgi kaynaklarını
kullanarak insan topluluklarını yönlendirebiliriz bile. Sözgelimi,
ülke içinde pis kokular ayyuka çıkmaya başlamışsa, komşu bir ülkeyle
yepyeni ve heyecanlı bir kriz, kokuları hissettirmemek için bire bir
çözümdür. Veriler akar, bilgiler yığılır ve insanların fikir ve
düşünceleri bunların arasında, çılgın bir nehirdeki yapraklar
misali oradan oraya savrulur durur.
Bunun
adı da konulmuş: Bilgi Çağı. Bu çağın karakteristiği bilgiyi
almak ve olabildiğince verimli bir biçimde kullanmak. Pekala, insanoğlu
kendi ürettiği bilginin ne kadarını kullanabiliyor? Bu bilgi
insanlara ne sağlıyor? Bilgi ve ürünleri sayesinde dünya gerçekten
daha iyi bir yer mi oluyor acaba?
Günümüzdeki
bilgi akışı, bir tek insanın anlama ve algılayabilme kapasitesinin
çok ama çok üzerindedir. Bir kaç saatliğine seyrettiğiniz TV
programlarında bile zihniniz o kadar çok verinin bombardımanı altında
kalır ki, büyük bir yüzdesini hemen unutursunuz. Başka çaremiz de
yoktur zaten. Eğer unutmazsak, çıldırırız!
Pekala,
herbirimizin, en zeki ve kıvrak zekalı olanlarımızın dahi
kapasitesini kat be kat aşan bu bilgi ve veri yığınlarının hayatımızdaki
rolü nedir? Bizi ne kadar yönlendiriler ve biz onlardan ne kadar
faydalanabiliriz?
Tekrar
gazetelere dönelim. Bu kez cinslerine ve içerdikleri bilginin "içeriğine"
bir göz atalım. Bunların çoğu "günlük siyasi"
gazetelerdir. Köşe yazarları her gün değişik konularda yazarlar.
Geri kalan kısım çeşit çeşit haber, yorum ve bilgilerle doludur.
Kimisi de magazin gazetesidir mesela. İçerdiği veri miktarı çok
fazla olsa da, pratik olarak faydasız bir bilgi çeşididir bu. İnsanları
oyalanmak için okuduğu türden şeyler... Sonra internetteki sitelere
bakalım. İnsanların maraz meraklarına (porngrafi, şiddet vb.) hitap
eden ve tüm internet ağının hatırı sayılır bir yüzdesini oluşturan
"gereksiz" kısmı çıkarıldığında, yine de miktarı
kavranabilirlik sınırlarının çok ötesinde bir bilgi yığını kalır
elimizde. Evde atom bombası yapma tarifinden tutun da, eski bir devlet
görevlisinin anılarına ve ifşaatlarına kadar... Kısacası,
elimizdeki hazır bilgiyi kullanma kapasitemizle yaşamaya çalışmak,
hali hazırdaki bilgi miktarı ile karşılaştırıldığında, deniz
suyunu kaşıkla boşaltmaya çalışmak gibi bir şey belki de.
Bunun
dezavantajlarından en önemlisi kanımca "bilginin yozlaşması"
meselesidir. Herkesin bir şeyler söylediği, uzmanlık gerektiren
konularda fikir sahibi olmayan birinin bile rahatça fikir yürütebildiği,
gürültünün ve patırtının gırla gittiği bir ortam, bilginin görece
değerinin düşmesine neden olur. Bu değer düşmesi elbette doğru
kriterler kullanarak kalite ayrımı yapmayı öğrenebilmiş veya
uzmanlaşmış bir grup azınlık için değil, genel kamuoyu için geçerlidir.
İnsanlar kime inanacağını şaşırmaya başlar. Önce devlet mihenk
taşıdır, o "yalan söylemez"dir. Sonra onun da (daha doğrusu
onu yönetmeye dönem dönem talip olmuşların da) açıkları çıkmaya
başlar ortaya. Sonra başka birileri onu kötüler, kötüleyenlerin kötülükleri,
yeni "iyi"ler tarafından ifşa edilir ve bu hep böyle sürer
gider. Bir gün bir şeyler kötü iken, yarın o şeyler iyi, karşıtları
kötüdür artık. Özellikle Türkiye'li olanlar ve 1980 öncesi doğanlar
oldukça yakından tanışıktırlar böyle durumlarla. Her şeye vıcık
vıcık bir görelilik hakimdir ve "kadîm doğru" kavramı
yerini gittikçe "şimdilik doğru" gibi yılışık bir anlayışa
mecburen terkeder.
Aslında
bunun net sonucunu tarife gerek yok. Bunun sonucu, şu anda (2000 yılı
ititbariyle) içinde yaşadığımız insan topluluğunun durumudur
("tek sebep budur" ukalalığı yapmak istemiyorum ama kanımca
önemli bir sebeptir bu). Popüler olana dikkat etmek, bu gidişatın şu
anki hali hakkında bir fikir verecektir: Genellikle popüler olan, en
çok bağıran, en çok soyunan, en kanlı olan, en pahalı yapılan, en
seksi olan, en masraftan kaçınılmayan, en yeni olandır vesaire.
Haber bültenlerinde artık "Haber Şov" diye bir şeyler doğal
olarak bulunuyor, hatta bunu içermeyen bültenler neredeyse dışlanıyor.
Normal insanların hep ulaşmak istediklerine sahip oldukları sanılan
zengin ve ünlü insanların özel hayatlarının en cılk kısımları,
binlerce insanı o renkli kutunun etrafına çekiyor. Aynı saatte yayınlanan
ve insan vücudunu anlatan harika bir belgesel bir kaç kişi tarafından
izleniyor ancak. Ucuzluk piyasayı sarıyor, pahalısına rağbet kalmıyor...
Pekala
neden bu kadar kolay ucuzluyor insanoğlu? Çünkü herkesçe bilinen
bir prensip, fikir dünyamıza, belki de her şeye olduğunda çok daha
kuvvetli bir biçimde etkili: Yıkmak kolay ama yapmak zor. Sonuç çıkarılabilecek,
insanı yükseltecek, yeni bir şeyler katacak olan bilgi, kolay yoldan
elde edilemiyor çünkü. Ter istiyor, azim istiyor, iştiyak ve aşk
istiyor. Kendini geliştirmek, yarından daha gelişmiş olmak isteyen
insanlar, diğer isteklerini bu amaca boyun eğdirmek zorundalar çünkü.
İnsan, tabiatın her şeyi yıkan ve dağıtan o düzensizliğe götürücü
(entropi) etkisinden hem kendisini (ki beden bunu otomatik yapıyor) hem
de fikirlerini korumalıdır. Bu iş zahmet istiyor gerçekten.
Beri
yandan, hiç böyle dertleri olmayan, sadece okuduğu gazeteye (resmi
gazete veya aşırı uç, radikal bir fraksiyonun yayın organı)
inanan, hep doğru anladığı yanılgısına kendisini kaptırmış
olan eğitim sistemimizin kusursuz ürünleri ise, biraz daha farklılar.
Onlar, değişmek ve gelişmek için değil, oldukları yerde
durabilmek, fikir ve kabullerinin altını doldurabilmek için yaşıyor,
okuyor ve bilgi alıyorlar. Bilgi onları değil, onlar bilgileri
değiştiriyorlar. Sizce hangi grup daha kalabalık?
Bir
de bilginin tüketimi meselesi var. Bilgi tüketimi, bu hengame içinde,
özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde bilgi üretimi önündeki
en büyük engellerden bir tanesidir. "Onların" neler yaptıklarını
ağzı açık sereden ve "gavur yapmış abi" edebiyatıyla eğlenebilen,
özellikle de yabancı dille eğitim yapmayı marifet sayacak kadar
kendinden kopmuş bir topluluk için, bilgi tüketimi, bilginin üretimini
doğru orantılı olarak baskılar. Artık bu tüketimde, "öğrenme"nin
yerini hayret ve şaşkınlık almaya başlar. Hep "o"nlar
referans alınmaya, onların sözünden çıkmamak için elden gelen yapılmaya...
velhasıl hepimizin tanıdığı ve bildiği bir davranış biçimi
kendini göstermeye başlar. Hedefsiz ve vizyonsuz bir topluluğun
elinde bulunan "üretilmiş ve sunulmuş" bilgi, belki de
cehaletten bile tehlikelidir. Özellikle de kendileri için...
Bilgi
miktarı arttıkça, bilgi "ucuzluyor". Ama bu sadece kolay ve
düşük maliyetle bilgiye ulaşabilme anlamında değil, maalesef ağırlık
ve etki anlamında da kendini gösteriyor. Populist kültür, kolay ulaşabildiğine
ve kolay anlayabildiğine adeta hücum ederken, daha zor anlaşılan,
zahmet isteyen dışlanıyor, gözden düşüyor ve ucuzuluyor.
Thomas
Jefferson, "bir millet hem cahil hem de özgür olma istiyorsa, şimdiye
kadar hiç olmamış ve hiç de olamayacak bir şey istiyor
demektir" demiş. O bunu ne anlamda veya hangi motivasyonla söylemiş
bilemem ama, anlatmak istediklerimin bir özeti aslında. Eğer yaşayacaksak,
bu biçim ve bilgi anlayışı, bu eğitim anlayışını, bu kendinden
geçmiş yaşama biçimini bir şekilde değiştirmemeiz
gerekiyor.Gariptir ki kanımca bunun yolu yine ve mutlaka
"bilgi"den geçiyor.
Tabii bilgiyi seçmesini ve
kullanmasını bilen, çağına ve ilk-örneklere uymak yerine, onları
çoktan aşmış ve kendi çağını yaratmayı bilen bir toplum oluşması
bence ilk şart.
Dileğim
sadece kendimizi tanımak, hamasi hayaller peşine düşmek değil. Ne
zaman ki komplekslerimizden kurtulur ve ne zaman hem bireysel, hem de
toplumsal olarak kabiliyetlerimizin farkına varırsak, işte o zaman
bir geleceğimiz var demektir.
Bu
gelecek de bir gün gelecek ve sanırım pek de uzakta değil.
Olmamalı...
Sinan Canan
başa dön
|